Bugün biraz siyasetten uzaklaşalım ki çok yordu inanın. Size bir yol hikâyesi anlatayım…
XXX
Ertesi sabah erkenden yola çıkılacaktım.
Uykumu almak için saatimi sabaha karşı 4’e kurdum ve yattım.
Aslında programlı gidişlerde beni gece pek uyku tutmaz, yarı uyku, yarı uyanık olurum
hep. Bu gece de böyle oldu.
Saatin alarmı çalmaya başlayınca kalktım, el-yüz yıkama ve giyinme çok çabuk oldu ve
arabayı evin garajından çıkartıp, sağına soluna bakarak kontrol ettikten sonra binip yola
çıktım…
Bağdat’tan birçok kez araçla yola çıkmama rağmen, ana yola çıkana dek yolu şaşırmamak
için belleğime yerleştirdiğim noktalara dikkat ederek ana yol buldum.
Henüz sabahın ilk saatleri olduğundan trafik oldukça sakin, benim gibi sabahın erken
saatlerinde yola çıkan birkaç kişi var.
Ne var ki az sonra araçların peş peşe sıralandığını gördüm, sollayarak konvoyun en önüne
geçtim ki, ABD askerlerinin araç konvoyu önümüzde. İşte bu kötü bir raslantı. Bu
konvoylar belli bir süratte ve arkalarından gelen araçlara yol vermeden giderler hep.
Benim işim acele, biran evvel gitmeliyim, yol uzun. Şansımı bir denemek istedim, en arka
aracın arkasında oturan askere el kol işareti ile sağından geçip gitmeme izin vermesini,
işimin acele olduğunu anlatmaya çalıştım. Elbette ne kadar anlatabilirdim ki…
Bir ara sanki “Geç” der gibi bir işaret etti gibime geldi ve öndeki aracın sağına doğru
hamle yaptım kiii…
Aracın arkasında oturan asker, aracımın ön tarafına doğru iki-üç el sıktı. O anda neye
uğradığımı şaşırdım. Yahu, adam anlımın çatına sıksa n’olacak? Orada kim vurduya
gitmek işten bile olmadığı gibi, hesap soracak kişiyi de makamı da bulamazsın.
Sonuçta konvoyun peşine takıldık yaklaşık 20 kilometre kadar bu şekilde gittikten sonra
konvoy bir yola saptı, önümüz açıldı da aradaki zaman farkını da kapatmak için gaza
bastım…
Tikrit ve Beji’yi geçtim, bu arada sabah gün ağardı ve yoldaki tek lokantada bir çorba
içtikten sonra tekrar yola koyuldum…
Aslında yolda uykum gelmesin diye aldığım atıştırmalık ve iki-üç şişe su da yan koltukta
duruyor.
Musul ve Dohuk’u durmadan geçtim, Zaho’ya geldim. Zaho, Türkiye ile Irak’ın sınır
kapısının olduğu kent. İbrahim Halil gümrüğü Zaho tarafında, Habur gümrüğü ise Türkiye
tarafında…
Yaklaşık 400 kilometre yol gelmiştim. Depo boşalmıştı, benzinliğe yanaştım, depoyu
doldurturdum, bir depoya 1 dolar da benzin bedelini ödedikten sonra, gümrük
işlemlerini bitirip Habur tarafına geçtim. Orada da işlemleri çabukça bitirip tekrar yola
çıktım.
Silopi’deki arkadaşları çok kısa ziyaretlerden sonra Cizre’ye geldim. Bayağı bir
yorulmuştum doğrusu. Cemal İşlek kardeşin yanına uğradım ve çayını içtim, biraz sohbet
ettik. Tekrar yola koyuldum.
Nusaybin, Kızıltepe, Viranşehir’de hiç durmadan Urfa’ya geldiğimde yemek vaktiydi ve
her gidiş gelişlerimde olmazsa olmazım, çöp ciğer şiş yemeden geçemezdim.
Ciğercilerin bulunduğu sokağa gittim, her zamanki mekanımda kapı önünde küçük
masamın yanındaki tabureme oturdum.
Masada domates, taze biber, kuru soğan hazır, yanında bıçak da duruyor. Çöp şiş
siparişimi verirken, domatesi, biberi ve soğanı da doğrayıp hazırladım ki, tabak içinde,
lavaş üstünde çöp şişlerim de geldi. Ciğerleri lavaşa sarıp, nevaleyi de üzerine
yerleştirdikten sonra güzelce dürümü yaptım ve yemeye başladım. Bu gelen, porsiyonun
yarısı idi. İkinci yarısı için garson senin yemeğini takip eder, biterken şak, diğer yarısını
masaya koyar, sıcak sıcak… Elbette yanında bakır maşrafa içinde dövme ayranı da
unutmayalım…
Eh, karnımız da doyduğuna göre tekrar yola koyulmak gerek. Birecik, Nizip ve
Gaziantep…
Yemek üzeri tatlı için Gaziantep’i göze almıştım zaten. İmam Çağdaş’ın lokantasına
uğrayıp, havuç dilimi baklavamı yemeden olmaz. Sabah saatleri olsaydı, Gaziantep’e has
katmer yemeyi imhan etmezdim tabi…
Baklavayı da bitirdikten sonra tekrar yola koyuldum. Gavurdağı, Bahçeli, Osmaniye,
Ceyhan ve Adana… Durmak yok, yol uzun. Sadece benzin aldım ve depo dolusuna 100 lira
ödedim. Irak tarafında bir dolar, bu tarafta 100 lira…
Artık Aksaray’a kadar durmak yok…
Neredeyse akşam olacak ve ben akşam olmadan Toros dağlarını geçmem gerek, yol
planlaması öyle çünkü…
Ancak bir nefes alıp bir ihtiyaç molası, kahve içimi için Şekerpınarı’nda durdum. Yaklaşık
yarım saat istirahat ettikten sonra yola çıktım ama pek halim de kalmadı bu ara…
Aksaray’a ulaştığımda artık bir mola verme zamanı da gelmişti. Ağaçlı tesisleri en iyi yer.
Bir yarım saat de orada geçti ve tekrar yola cıktım…
Uykum gelmeden Ankara’ya ulaşmam gerek.
Aksaray’dan henüz çıktım ki, bir kar yağışı başladı, sormayın gitsin. Yollar bembeyaz,
araçlar konvoy halinde ancak gidebiliyorlar, Adana ve Mersin’den yola çıkan kamyonlar
işin bir başka yönü…
Kar nerede bitiyor ki? İleride buzlanma filan olur mu ki? Çünkü hava iyice soğudu, ısı
sıfırın altına düştü. Bir de buz tutarsa, yolda araçlardan kayan olursa, vay gele başımıza…
Şimdilik bir sorun olmadan ilerliyorum, arada bir sollayıp araç geçiyorum ama kar yağışı
görüşü de kısıtladı bu arada.
Şereflikoçhisar’dan sonra yolda dalmalar-çıkmalar var, umarım o yolları da rahat aşarız
diye dua ediyorum içimden.
Derken, araçlar durdu, ben de durdum elbette. Acaba yolda ne var ki?
Ya kayma ya da kaza var diye düşünüyorum. Yarım saat kadar bekledikten sonra araçlar
tek sıra halinde hareket etmeye başladı. Yaklaşık 5 kilometre böyle gttikten sonra
gördüm ki TIR makaslamış, yolun bir kısmını kapatmış ancak tek araç geçecek kadar yol
var ve araçlar yavaşça oradan sıyrılmaya bakıyorlar. Ben de sıyrılıp geçtim. Yol trafik
olarak rahatlasa da bu kez tipi başladı. Göz gözü görmüyor. Zorunlu olarak hızımı kesmek
durumunda kaldım…
Nihayet Gölbaşı ve Ankara’nın ışıkları da göründü, kar yağışı da durmuştu ama yine de
yolda kar vardı. Neyse ki buradan ev yakındı. Turan Güneş Bulvarı üzerindeydi…
Oh… Nihayet evin önüne geldim ve garaja girdim. Saate baktım, 01:30…
Sabaha karşı 4 sıralarında çıkıp bu saatte gelmiş olmak güzel bir yolculuktu elbette tam
1782 kilometreyi gösteriyordu aracın sayacı…
Ve bir yattım yatağıma, sabaha kadar deliksiz uyku. Kemiklerim dinlendi sanki… Ama bir
de gidişi var bu yolun 3 gün sonra… Geldiğimiz gibi gideriz elbette.