Sivas’ta üniversite öğrencisi olan oğlu bazı zamanlar yapığı gibi yine okul arkadaşıyla birlikte trenden bilet almıştın. Saat dokuzda kalkacak olan trenin tahmini üç saat sürecek yolculuk sonrası, gecenin on ikisinde Kayseri garına ulaşması bekleniyordu. Emekli memur Mustafa Bey’e telefon eden oğlu, babasından arkadaşı ile kendisini gardan alma sözünü garantilemiş, yakın mahallelerde oturmakta olan arkadaşına da evlerine bırakılma sözü vermişti.
Tahmin edildiği gibi Sivas garına tren zamanında gelmemiş, aralarında sıkça yapılan telefon görüşmeleri sonucunda on bir kırk beş civarında hareket eden trenin gecenin üçüne doğru şehre ulaşacak oluşu hepsinin canını sıkmıştı. ‘Neyse, sağlık olsun, saat fark etmez, ‘sözleriyle oğlunu teskin eden Mustafa Bey arabasına binerek gecenin iki buçuğunda gara varıp beklemeye başladı. Tam o anda bir tren gelip gara yanaştı. Yolcular aşağı inip dağılmaya başladılar. İnenler arasında oğlu ve arkadaşı yoktu. Çocuklara telefon ettiğinde gelen aracın bir önceki tren olduğunu anladı. Daha onların gelmesi tahminen bir saat kadar sürecekti.
Artık, bir saatlik süreyi kasım ayının son günlerinin bu soğuk gecesinde dolaşarak geçirmesi gerekiyordu. İstasyonun bekleme salonu kapanmış, tren bekleyen yolcular ellerindeki paketlerini, poşetlerini, kolilerini uygun yerlere koyarak ayak üstü sohbet etmeye, kimileri de dolaşarak gökten kırık camlar misali aşağılara inerek elleri, yüzleri yırtarcasına aşağılara inen ayaz ordusuna karşı bünyelerinin açık bölümlerini korumaya, üşütmemek için nefesleriyle ellerini ovuşturarak ısınmaya çalışıyorlardı. Genellikle, orta yaşlı eşarplı kadınlar, özensiz giyimli erkekler, bedenleri sarıp sarmalanmış çocuklar ve öğrencilerden oluşan kalabalığın umutsuz bekleyişi sürüyor, sabırsızlıkla kurtarıcıları olacak treni bekliyorlardı. Herhalde arada bir huysuzlanıp analarını eteklerini çekiştiren çocukların en büyük hayalleri sıcak bir yatağa sere serpe uzanıp uyumak olmalıydı. Konuşmalarından anlaşıldığına göre giden tren Adana tarına geçmiş. Bekleyenlerin ise yönleri Şefaatli, Yerköy, Kırıkkale tarafıydı.
Yıllara meydan okuyan gar istasyon binasının duvarları her ne kadar beyaz- sarı renkler boyanarak durumu kamufle edilemeye çalışılsa da başarılı olunmamış, yarı terkedilmiş hüznü görünüme aksetmişti. Belli ki çevresi temiz tutuluyor, yerlerde rastgele atılmış izmarit ve görüntüyü bozan atıklar görünmüyordu. Yıllar öncesinde dikilerek bedenleri kütükleşmiş ardıç, akasya benzeri ağaçlar şimdiye kadar şahit oldukları olayları unutarak hayata boş vermiş vaziyette dallarını sağa sola salmışlar, artık olup bitenleri izlemiyorlardı. Oysa eski günlerinde ne ayrılıklara, kavuşmalara, mutluluklara şahit olmuşlar, kim bilir kaç tertibin askere gidiş töreninin tanıklığını yaparak gururlanmışlardı…
Bir süre dışarıdaki parke döşeme üzerinde sağı solu adımlayan Mustafa Bey üşüdüğünü far edip garın tek açık yeri olan çav evine girdi. Büfe ve çay ocağı olarak hizmet veren küçük binanın duvarında, ‘on beş dakikada çay servis mecburidir.’ Yazıyordu. Bir çay söyleyip boş bulduğu tek sandalyeye oturdu. Karşısında saçları iyice karışmış gariban bir adam bulunuyordu. Selam verdikten sonra çayını söyledi.
“Çay içer misiniz?” diye karşısındaki adama sordu.
“Az evvel içtim. Biraz sonra dışarıda dolaşıp üşüdüğümde gene içerim.”
“Siz bilirsiniz.”
Adam kalkıp dışarı çıktı. Çayı getiren görevli;
“Abi, bunlar gariban insanlar. Burada birkaç tane varlar. Isınmak için çaylarını veririz. Nihayetinde insanız.”
“Şu duvardaki on beş dakikada çay servisi mecburi sözü ne demek oluyor?”
“Öyle yazdığımıza bakma, burada uyuklamasınlar diye öyle yazdık. Zaten buraya gelip gidenler fakir fukara insanlar. Adamlara sabaha kadar zoraki çay içirecek halimiz yok.”
Genç adamın davranışı hoşuma gitmişti. Yan tarafta hallerinde öğrenci oldukları belli olan iki gencin konuşmaları dikkatimi çekti. Mecburen kulak misafiri olmaya başaltım.
“Ne yapacağız veli, gecenin bu saatinde belediye otobüsleri çalışmıyor.”
“Ne yapalım mecbur bekleyeceğiz oğlum. Gecenin şu ayazında Talas’a kadar yürüyecek halimiz yok ya. Arada bir dışarı çıkar dolaşırız. Tekrar gelir, bir çay daha içeriz. Şunun şurasında sabaha ne kaldı ki.”
“Acaba taksiye binsek ne kadar tutar?
“Deli misin, elli liradan aşağı yazmaz. Zaten paramız olsa otobüsle gelirdik.”
“Ne diyeyim, sen de haklısın.”
“Merak etme ileriki günlerde hayata atılıp iş güç sahibi olunca bu günleri anı olarak çocuklarımız anlatırız.”
“Seni bilem ama ben o günleri hiç düşünemiyorum. Aklımda anamın sabah kahvaltısından başka şey yok.”
Çocukların durumu Mustafa Bey’i hem duygulandırmış hem de gençlik yıllarında yaşamış olduğu benzeri olayları hatırlamasına sebep olmuştu. İki çay içtikten sonar dışarı çıkıp bir müddet daha dolaştı. Artık üşümesinin, geciken trenin faza önemi kalmamıştı. İstasyon raylarının önündeki kaldırımlardan doğu-batı yönüne birkaç defa yüz metre kadar mesafeyi, yorgun ağaçların kenarlarından gidip gelerek arşınladı. Saat üçü geçtiği anda trenin gara girmekte olduğu anonsunu duyarak kendine geldi. On dakika geçmeden beklenilen araç geldi. İkinci vagondan inen oğlu ile onun arkadaşını karşıladı. Sarılıp kucaklaştılar.
“Hoş geldin Oğlum, hoş geldin Ahmet”
“Mustafa Amca gecenin bu saatinde seni de beklettik, kusura bakma,” dedi Ahmet.
“Önemli değil.”
“Ne yapalım baba, başka zamanlar hiç böyle tehir olmuyordu. Aslında tren yolculuğu çok rahat. Biz içeride sıcakta oturumken sen dışarıda iyice üşümüş olmalısın.”
“Üşümedim, aksine bu bekleyişim iyi oldu.”
“Hayırdır”
“Bana hiç soru sormayın. Durumu sonar anlatırım. Şu karşıdaki çay ocağı var ya,”
“Evet baba,”
“Oradan iki yolcu daha alıp önce Talas’a onları bırakıp sonra evimize döneceğiz. Tamam mı?”
“Sen nasıl uygun gördüysen öyledir.”
“Araba karşı köşede. Anahtarı alıp çantalarınızı bırakın, ben geliyorum.”
Mustafa Bey çay evinden içeri girdi. Az önce konuşmalarına kulak misafiri olduğu gençler aynı yerde oturuyorlardı. Herkesin duyabileceği şekilde;
“Geçler. İçinizde Talas’a gidecek var mı? Arabamda iki kişilik yer var. Onları da götürebilirim.”
Çocuklar birbirlerine baktıktan sonra birisi;
“Amca size zahmet olmasın. Biz iki kişiyiz. O tarafa gidecektik ama…”
“Ne zahmeti evladım, zaten gidiyorum sizin arabada olup olmanız fark etmez. Haydi, kapın çantalarınızı, peşimden gelin.”
Gençler sevinçle sırt çantalarını alıp Mustafa Bey’i takip ederek arabaya öteki akranlarının yanına oturdular. Kısa merhabalaşmadan sonra hareket ettiler. Kısa zamanda genç çocuklar arabada bulunan akranlarıyla tanışıp kaynaştılar. Hepsinin aynı üniversitenin değişik bölümlerinde öğrenci oldukları anlaşıldı. Birbirlerinin telefonlarını alarak ileriki günlerde görüşme kararı aldılar.
Çocuklardan birisi yol üzerindeki Harman Mahallesi, ötekisi ise Anayurt semtine bırakıldıktan sonra evlerine döndüler. Kapıdan içer girer girmez oğlu;
“Babacığım durumu andım. Arkadaşları perişanlıktan kurtarmak için yapmış olduğun bu davranışı ben de tesadüf ettikçe uygulayacağım. Sağ olasın.”
“Bu bir insanlık görevi oğlum, her zaman hepimiz benzeri olayları yaşayabiliriz. Özellikle öğrencilik yıllarında…”