Siz okuyucularımızın bugün köşemde okudukları bu yazıyı, ben Pazar günü yazıyorum.
Genelde yerel ve ulusal basındaki köşe yazıları bir önceki gün yazılır. Bu yazı da Pazar günü yazılmıştır ve ilginç bir takvim günüdür. Şöyle ki, ikinci ayın, ikinci günü ve ikibinyirmi yılı.
Rakamla yazarsak, 02.02.2020…
Hem de böylesi ilginç rakamlı bir tatil günü yazı yazmak için çalışmaya başlamak…
Aslında Sevgili Mustafa Cengiz’e “Tatil… Yazmasam olmaz mı?” desem, cevabı geçen seneden belli; “Abi… Sorun yok, doldururuz…”
Sen doldurursun da bakalım ben dolguyu hazmedebiliyor muyum, mesele bu…
Sanki eliminde mekânımı alıp da götürmüşler gibi geliyor.
Satmıyorum, aslında kimin malını kime satıyorum o da ayrı konu da sahiplendik bir kere, emanet de vermiyorum ama ben yazmayınca orası boş çıkmıyor ki!...
Diyeceksiniz ki “İki satır yazı yazacaksın, saçmalayıp duruyorsun…”
Yemin etmeden söyleyeyim, yerden göğe kadar haklısınız ama bir de bana sorun bakalım yüreğime, aklıma nereden geldi bu duygu…
Son günlerdeki “Komedi gibi” olayları izledikçe geldi.
Amerika denilen emperyalist ülke, İsrail ile Filistin arasındaki yıllardan beri süregelen kavgayı sonlandırmak adına bir “Barış planı(!)” hazırlamış,..
Kendi kendine…
Örneğin Kudüs’ü de Tel Aviv yerine İsrail’in başkenti sayıyor.
Sonra bir harita koymuş ortaya, “Şuralar Filistin halkının şuralar da İsrail halkının…”
Kendi kendine görüşüyor, kendi kendine oyluyor ve sonuç olarak “Kabul edilmiştir” diyor geçiyor ya da geçecek…
Tarih içinde Filistin’in coğrafi haritasına bakarsanız, 1947 yılına kadar bu topraklarda Filistin halkı yaşardı. O tarihlerde Filistin halkı, Yahudi’lere topraklarını satmaya başladı, bir başka deyişle vatanlarını satıyorlardı. Tarihler 14 Mayıs 1948’i gösterdiğinde, Yahudiler, satın aldıkları topraklarda İsrail devletini kurdular. Çünkü kapsadıkları toprak onlarındı, devlet kurmayı da hak olarak gördüler. Zaten o topraklar “Vadedilmiş topraklar” değil miydi?
Ama Yahudiler durmadı, toprak almaya, Filistinliler de vatanlarının topraklarını satmaya devam ettiler. Ta ki vatan topraklarının ellerinden gittiğinin farkına varıncaya kadar.
Komedi gibi…
Aslında “Gibi” kelimesi fazla, dibine kadar komedi vallahi…
Ne var ki, Türkiye olarak, üstelik uluslar arası kararlarda ülkemizi desteklemeyen Filistin’e sadece biz destek veriyoruz, bizce kutsal sayılan Kudüs kentinin de İsrail tarafından kuşatılmasından dolayı…
Çizgiler çiziyoruz rengi kırmızı ama İsrail ve ABD renk körü galiba ki çizdiğimiz çizgileri ya görmüyorlar ya da beyaz sanıyorlar, ya da gale (Dikkate) almıyorlar…
Bu da bir başka komedi…
Devam edelim ama içeriden…
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, Kılıçdaroğlu'nun deprem bölgelerine yapılanlarla ilgili bilgisi olmadığını belirterek şöyle diyor: "Hiçbir bilgisi yok ama utanmadan soruyor, 'bu paraları nereye harcadınız' diye."
Bu cevaba Kılıçdaroğlu’ndan karşı cevap geliyor…
Mealen, “Sorarım tabi… Sormak hakkım, cevap vereceksin…”
Abi… Adam sana “Utanmaz” diyor ya huuu…
Komedi değil mi şimdi bu?
Devlet bütçesinden en çok ödeneği alan bir kurumumuz var, adı Diyanet İşleri Başkanlığı ve başında da Ali Erbaş isminde bir muhterem(!) kişi… Ayrıca akademik unvanı da var, Prof. Dr. olarak.
Bu kişi, Bursa Ulu Cami'de verdiği cuma hutbesinde, "Deprem afeti bize hem dünya için hem de ahiret için bir uyarıda bulunuyor. Diyor ki 'Evlerinizi, binalarınızı sağlam yapın. Her an gelebilirim'. Ahiret için de işte kıyamet de böyle kopacaktır. Deprem, kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır" dedi.
Söylediğini gördükten sonra beni alıyor bir düşünce…
Abi… Bu kişiye akademik unvanı kim verdi acaba? Söylediği sözün bilim ile uzaktan yakında bir ilgisi olmadığı gibi, Kuran’dan bize yapmamızın emredildiğiniz bildiğimiz akıl ile düşünüp sonuçlara varma, ilim ile değerlendirme kuralına da uymuyor. Allahtan sözünün arasına “…evlerinizi binalarınız sağlam yapın…” uyarısını eklemiş yav…
Deprem alttan teptikçe “Geliyorum haa..” diye uyarıyormuş ve bizi alıştırıyormuş…
Komedi değil mi?
Gülmediniz mi?
Bakın bir hikâye anlatayım da bunlara gülmediyseniz, yakında gülmeye hazır olun bari…
Bazı fıkralar vardır, yeri geldiğinde tekrar tekrar anlatılır. Bu da onlardan biri…
Padişah, arada bir milleti ezecek kadar ülkeye salma salarmış, şu vergisi bu vergisi, depremzedelere yardım filan…
Adından da baş veziri çağırır, “Kayseri’de bir hareket var mı, kontrol edin” dermiş. Onlar da bakarlarmış ki millet günlük hayatına devam ediyor, gelir bilgi verirlermiş, “Her hangi olağan dışı bir hareket yok devletlûm” derlermiş…
Padişah, ser seferinde de bu soruyu sorarmış…
Günün birinde yine bir salma salmış. Millet inim inim inliyor ama çare yok ki verecekler.
Padişah yine Kayseri’ye gözlemci göndermiş…
Geri dönen gözlemci, padişaha “Efendim… Kayseri halkı sokağa dökülmüş çalıp oynuyorlar. Biz bir anlam vermedik” deyince Padişah telaşlanmış, “Derhal kararımı geri çekin” demiş…
Sormuşlar “Neden?” diye, “Eğer Kayseri yurda dağılırsa, saltanat sarsılır.”
Buna da mı gülmediniz?
Eh… Ne diyeyim, meydanlara çıkıp da çalıp oynayacağınız günleri görürüz inşallah…