Arabamız; -adı saklı kalsın diye- adını vermek istemediğim köyden sallanıp, yine adı saklı kalasıca köyün virajını alırken, birden bir renk cümbüşüne takıldı gözlerim.
Sanki Gökkuşağı gökten yere inmiş gibiydi.
Renkler cümbür cemaat olmuş ve toprak üzerine serilmişler…
Bu ikinci köy ile benim varmaya çalıştığım yerin arası kısa bir mesafe olduğu için ertesi günü o renk cümbüşünün ne olduğunu anlamak için keşfe çıktım.
Yolun hemen sağında çamlar arasında kalmış küçük bir köy mezarlığı idi burası. Mezarlığa tekrar döneceğimi belirterek, bu köy hakkında anlatılan meşhur bir menkıbeyi burada vermeden geçmeyeyim derim. Zamanın birinde bu köye dışarıdan bir adamın yolu düşer. Adam yayadır. Belli ki de çok yorgun ve de açtır-susuzdur. İhtiyatlı bir şekilde bir evin kapısını çalar bir parça ekmek için. Evin kadını ocakta ekmek pişirmektedir o sırada. Adam açlığını belirterek bir parça ekmek ister. Yıl belki de kıtlık yıllarıdır ki kadın: “Ne ekmeği be adam, biz de zaten acın yatıp gücün kalkıyoruz” diye cevap verir. Lafı uzatmayayım köye yolu düşen bu adam köyün bütün evlerinin kapısını çalar aynı niyetle. Ne yazık ki hepsinden de benzer cevaplar alır. Köyün toplam hane sayısı o zaman tam yedi hane imiş. Bu geri çevriliş zatın ne kadar zoruna gitmişse ellerini açar ve “inşallah bu köyün hanesi mevcudundan fazla olmaz hiçbir zaman” şeklinde beddua eder. Bu durum bir hikâye değil bence. Aradan nice yıllar geçmesine rağmen köyün hane sayısı şu anda hala yedidir. Yani hiçbir zaman, üzeri bir sayıya ulaşamamış. Gelen adamı merak ettim ve köylüye sordum; “bizde o dönem bilememişiz ama bizim hınzır bildiğimiz o adam hınzır değil hızır imiş” dediler bana..
Sözün ucunu bırakırsanız işte böyle başını alır gider bir yerlere. Yönümüz mezarken hızıra çıktı birden bakın... Her neyse gelelim renk cümbüşünün öbeğine. Burası bir çocuk mezarı belli ki... Üzerinde isim falan da yazmıyor ama sanki allı yeşilli kırmızılı entariler giymiş küçük bir kız çocuğu gibi duruyor karşımda. Ayrıca çok da zarif. Bizim mezarlarda da zaman zaman bu tür süslemelere rastlarız ama bu mezar bir geleneğin, inanışın yöntemi şeklinde süslenmiş. Mezarın baş ve ayakucunda birer tane çakılı tahta var. Bu iki tahtanın arasına bir ip geçirilmiş ve her türlü rengi ihtiva eden bezler bu ipe sırasıyla bağlanmış vaziyette. Başucunun bana göre sağ tarafında da içi su dolu bir testi var. Bu renkli bezlerin dışında ise sümbülden tutun da bilmem ne cinsine kadar canlı çiçekler. İçimi kaplayan karmaşık duygular içinde bu çocuğa bir Fatiha okurken düşüncelerim ışınlanarak gitti ta eski çağlara kadar…
Bu bölge tam bir orman bölgesi olduğu için; buralara yani Ege ve Akdeniz bölgesine Alevilerin önemli bir ögesi olan tahtacılar yerleşmişler o zamanlar. Ağaç işleriyle ilgilendikleri için de bunlara “tahtacı” denmiş. Aslında tahtacı dediğimiz bu topluluk bir Türkmen topluluğudur ve 11. Yüzyılda Anadolu’ya göç etmiş “Ağaçeri”lerin soyundandır. Tahtacılar çoğu zaman göçebelikten yerleşik düzene geçerek yaşamışlar. Onların giyim kuşamları, el sanatları, yemek kültürleri ayrıca araştırmaya değerdir. Doğayla iç içe yaşadıkları için doğa onların her şeyidir bir yerde. Günümüzde bütün Alevilerde olduğu gibi Tahtacılar için de bir aşağılanma konusu olmuştur ne yazık ki… Şimdilerde bu bölgede tahtacı toplumundan kimse kalmamış ama geçmişten gelen bazı gelenekler devam ediyor ki, bu taze mezarda bile uygulanmış gelenek!.
O eski çağlara giden düşüncelerim tabi ki oradan eli boş dönmedi. Şu başucunda bulunduğum mezar süslemesi şekli, işte bu kültürün izleriymiş gördüğüm kadarıyla. Onlar aynen bu şekilde bir ip çekerlermiş mezarın başucundan ayak ucuna kadar. Sonra da arasına türlü renkte çaput bez bağlarlarmış. Bu kompozisyona da zamanında güzel de bir isim bulmuşlar; YEL BAYRAĞI… Araya çekilen bu ip ruhu, bezler de ruhu uçuran kuşları temsil ediyormuş. Ruh bedenden 40. Günde ayrıldığından kırk gün boyunca bu bez bağlamalı ip o şekilde dururmuş. Burada bir ayrıntıyı da vermeden geçmek olmaz şimdi. O çeşit çeşit renkli bezler içinde, sadece siyah renkli bir bez yok. Kırmızı, yeşil ve beyaz renk fazla olarak göze çarpıyor bakınca… Rengin çok fazla oluşu ölen kişiye verilen değeri gösteriyor herhalde.
Gelgelelim servi ağacına… Edebiyatımızın vazgeçilmez simgesi olan servi genel de bizim mezarlıklarımızın arananıdır. Çünkü servinin bir anlam derinliği vardır. Bu ağacın düzgün ve biçimli oluşu; doğruluğun, dürüstlüğün sembolüdür. Sağlam bir yapıda oluşu ise sabrın sembolü… Yahya Kemal şairimiz “Rindlerin Ölümü” isimli şiirinde: “Ve serin serviler altında kalan kabrinde/Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter” dizeleriyle servinin lirik olarak mezardaki varlığını dile getiriyor. Hüzün duygusunu getirip serviye bağlayan Nazım Hikmet’in -ilk yayınlanan şiirlerinden birisi olan- “Servilerde” isimli şiirine göz atalım bir: “Gözlere inerken siyah örtüler/Umardım ki artık ölenler güler/Yoksa hayatında sevmiş ölüler/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?..” Servinin endamı konusunda bakın Necip fazıl ne diyor “Canım İstanbul” adlı şiirinde: “Tarihin gözleri var surlarda delik delik/Servi endamlı, servi ahirete perdelik..” Servi aynı zamanda dostluğun da bir ifadesi değil midir ki: “Gel uyumayıp karşılayalım güneşin doğuşunu/Servi servi yanaş yamacıma gül yüzlü yar!”
Mezar taşlarına yazılan sözlerin ya da şiirlerin geleneğimizle ve de inancımızla ne denli alakası var, ya da yok!
Bu ayrı bir yazım konusu olmalı diye düşünüyorum…