Önce Pazar akşamı yaşadığımız depremden söz edeyim kısaca.
Evde televizyon seyrediyoruz, oturmuşuz kanepeye, saat 11’e doğru geliyor. Kanepe bir ileri bir geri sallanmaya başladı, eşim bana ben ona bakıştık sonra beraber avizeye baktık ki sallanıyoruz. Kanepenin tekeri olsa, evde bir tur atıp geleceğiz. Tamam abarttım biraz ama sonuçta sallandık…
Ankara’da zaman içinde yaşadığımız sallantılardan biri gibi, yakında bir yerde deprem oldu. Sonra öğrendik, Kalecik merkezli, 4,5 şiddetinde deprem. Allaha şükürler her hangi bir can ve mal kaybı yok.
XXX
Gelelim başlık konusuna, İşkembe Çorbası…
Aslında çok güzel işkembe çorbası yaparım ama tarifini yapacak değilim, mesele başka…
Askerliğimizi bitirmişiz, tayinimiz Ürgüp Kadastro Müdürlüğüne çıkmış. Geldik, görev başı yaptık. Dairede ben dâhil 5 kişi bekâr memur. Tam da taşı atıp başımızı altına da tuttuğumuz yaşlardayız. Hemen hepimiz bir aşağı iki yukarı aynı yaşlardayız.
Akşama kadar arazide, akşamüzeri bir süre şehir kulübünde briç oyunu, sonra da Kemal’in lokantasında akşam yemeği. Eve gidip de yemek yapacak halimiz yok. O dönemde aldığımız maaş ile karnımızı doyuruyoruz, ihtiyaçlarımızı da karşılıyoruz ve her akşam bu lokanta faslı oluyor. Masamız belli, biz varmaya hazır zaten…
Elbette o masaya oturunca dek durduğumuz da yok çoğu kez, rakı şişelerinin dibini görüyoruz, sonra da eve gidip sızıp uyuyoruz. Benim ev dairenin tam karşısında olduğundan, ekip araziye çıkarken, işçiler eve gelir, biri ayağımdan, biri omzumdan tutup jeep’in içine boylu boyunca yatırırlardı. Çoğu kez arazide kendime gelirdim sabahın o ayazında…
Yine böyle bir günü tamamlamış, Cumartesi akşamı, olağan lokanta yemeğine oturmuştuk. Ertesi gün Pazar olduğundan rahattık.
Al gülüm ver gülüm derken saatler de epey ilerlemişti ve bu arada Ürgüp’ün taksicilerinden siyah 64 Chovroleti olan ve arkasında da “Karayılan” yazan taksici arkadaşımız da gelmişti. Onu da buyur ettik, devam ettik yemeğe ve içmeye…
Zaman ne kadar geçti pek bilemiyorum ama göz kapaklarımız kapanmaya, dillerimiz dolaşmaya başladığını hatırlıyorum.
Ondan sonrası zaten yok…
Bir ara gözümü açtım, taksinin içindeyiz, sağ tarafımızda göl, gidiyoruz…
“Lan oğlum Karayılan, bizim buralarda göl yoktu, be ne gölü” diye sordum..
“O hooo…” dedi, “Bu ikinci göl, birini geçtik, bu Gölbaşı’nın gölü…”
“Hadi len… Ne Gölbaşısı, ne gölü, biz neredeyiz, nereye gidiyoruz.” dedim…
“Ankarayaaaa…” dedi…
“Kafayı mı yedin oğlum, ne Ankara’sı, ne gitmesi, biz Ürgüp’te değil miyiz?...”
“Yooooo…” dedi Karayılan, “Ankara’ya gidiyoruz…”
“Eee, biz Ankara’da ne halt edeceğiz ki gidiyoruz” dedim…
Arkadaşlar da “Ankara” lafını duyunca teker teker uyanmaya başladılar. Herkes birbirinin yüzüne bakıyor “Ankara da nereden çıktı” dercesine.
Gerçekten de Gölbaşı’nın gölünü geçtik, Dikmen tepesine doğru tırmanıyoruz. Ama neden?
Karayılan, “Oğlum… Hepiniz dün akşam ‘Hadi Ankara’ya Rumeli Çorbacısında işkembe çorbası içeceğiz’ demediniz mi?”
Dedik mi?
Bu kez kızdım, “Lan Karayılan, biz dediysek sarhoşuz, sen de mi sarhoşsun, niye evlere dağıtmadın bizi” dedim…
“Heee… Az daha dayağı yiyordum gitmem dedikçe. N’apayım, aldım geldim işte…”
Eeee… Rakı, şişesinde durduğu gibi şeffaf durmuyor tabi ki…
Arabanın içinden her kafadan bir ses çıkmaya başladı, biri “Oğlum Nevşehir’de de işkembeci vardı, ne halt etmeye buraya geldik?”
Ötekisi, “Ankara’ya özlemiş olmayasın, nasıl olsa buraları da bilirsin, Rumeli İşkembecisini de…”
Derken araba zınk diye durdu, Karayılan “Buraya kadar beyler buyurun” dedi…
Baktım Denizciler Caddesi, Rumeli İşkembecisi ve önünde duruyoruz.
Çaresiz, döküldük aşağı, buraya kadar gelmişiz mademki, o çorba da içilecek…
Girdik içeri, çorbaları söyledik, kesmedi, birer de damardan söyledik, o da kesmedi. Ardından biri sordu garsonsa; “Kelle var mı abi kelle?”
Garson “Var” deyince “Hepimize de yarım kelle getir dedi, o da geldi…
Tam kellelere başlayacağız yemeye, biri “Bak şuna ya, pişmiş kellenin içinde bile beyin var, acaba hangimiz o beyinsiz de bizi buraya kadar getirdi” dedi, çorbasını içmekte olan biri pıskırınca masanın üzeri çorba oldu. Garson geldi, arkadaşın çorbasını aldı, masayı temizlemeye kalkınca, “Dursun birader, kellelerimizi yer kalkarız” dedik… O haliyle kelleleri de yedik, hesabı da ödedik ve kalktık…
“Ankara’yı bir turlasak mı” gibisinden bir teklif gelince, zaten canı burnunda olanlardan biri, “Doymadın mı Ankara’ya, ömrün burada geçti” dedi. Doğruydu. Okul Kızılay Meydanında, kuleli binada idi ve hepsi de oradan mezundu…
Tekrar doluştuk taksiye ve yola koyulduk…
Aksaray’a kadar kimsede ses yok, kimi uyuyor kimi dışarı yolu seyrediyor…
Orhan Ağaçlı tesislerinde durduk, birer-ikişer çay içtik, hava aldık filan, tekrar yola koyulduk.
Öğle saatleriydi ki Nevşehir’e geldik…
İçimizden biri, “Şu yeni açılan lahmacuncuya gitsek de öğle yememizi de yesek” dedi. İçimizdeki en sinirli olanımız, “Zıkkımın kökünü ye” dediyse de durduk, orada da lahmacunu yedekten sonra, Ürgüp’e geldik…
Taksiyi Kör Dayının benzinliğine çektik, deposunu doldurduk ve oradan da evlere dağıldık…
Karayılan arkamızdan bağırıyordu… “Heeeey… Taksi parası n’olacak?”
Sinirli arkadaş, sinirli sinirli döndü, “Deponu doldurduk, karnını doyurduk, daha ne istiyon lan…” dedi, evlere dağıldık. Öyle bir uykuya yatmışız ki o saatte, ertesi gün sabah ancak kalkabildik.
XXX
O günleri, o günlerin arkadaşlıklarını, samimiyetlerini, birbirine olan sevgilerini, bağlılıklarını, desteklerini çok özledim…
İmkân olsa da geri gidebilsek o yıllara…