‘Devlet nasıl kurulmalıdır’ Rum ilinde kaydına ebediyyen dalmak isteyen kutlu ulemanın Şeyh’ül Ekberi, Halep, kadim Dımaşk arasındaki köylere gidip gelirdi. Gayri hiçbir yerde sürekli kalmamayı tercih ediyordu, ihtiyatı bu idi; tek bir fitnenin içine düşmemeye özenli olurken ve hem ilminden zerre tavizsiz yürürken, kapısının eninde sonunda zarafetle çalınmayacağını ‘ilmiyle’ biliyordu. Anadolu Türk tarihinin oluşmasına iradi olarak kafa yorardı; Konya Sultanına mektuplar yazıp manevi dehaletine onu da alırken; medresenin dediklerine-demediklerine meddahlığı kendi üstünlüğü olarak kabul eden ve bu konuda asla ıskalamayan bir cebirle kendi dediklerine doğru kelam etme cür’eti gösteren kim ise onu hedefleyen ulemâ-ı kazibe, kendine yıllar öncesinde Muhyiddin dedirtecek muhteremin peşine belalarıyla düştüler. Bu düşüş öyle bir düşüş ki ecelin şerbetini kendine ‘billûre’ edinen zat ile kendilerince köşe kapmaca oynamaya yeltendiler. Onlar fitne gönderdiler onun ardına. Bir gün maneviyatın kutlu Muhyiddin’i onca iteklemeye onca takibe, onca yalana ve iftiraya rağmen yazdıkları ve yazacaklarıyla Dımaşk ve Halep arasında vadilerin hurma gölgeliklerinde biten sohbetin ardından dinlenirken karşısına üç kişi belalarıyla çıktı. Önderliğini yüzlerce yıl yapacağı kaderin hak katında önceden var olduğuna iman etmiş kutlu zat, bu üç kişiye deyiverdi ki: Hayrola! Ey duhuliyyetü’l uzamê… Bu karşılama cümlesinin akabinde kendilerinin fark edilmesinden ve atlarının ardı sıra gelmesinden Hazreti Muhyiddin’i ürkütüceklerini zannedenlerdendi o zalimler. Muhyiddin’e güneşin parıltısındaki hançerlerini gündüzün şavkına tuta tuta gösterdiler. Bir iki saniyelik tereddütün ardından yanındaki talebesini az ötedeki kuyuya göndermiş olan Hazreti Muhyiddin kaderin vaktini arama iştihasıyla çıktığı bu yolculukta başına geleceklere olan beklentisini oracıkta gözlerinden âleme salıverdi. Medresenin cahillerin ellerinde olmuşluğuna kendine ulema dedirtme meselesi olarak bakan ve bu ölüm kalım işini kendileri için vazgeçilmez addeden cübbeliler, zalim dünyalarının akçeli tutamakları olan üç hayduda emir ettiler ki, dünya Muhyiddinsiz olmalıdır; Haydutlar, Hazreti Muhyiddin’in göğsüne sonra boynuna iki darbe vurdu. Tek bir kelime etmeyen, elini dahi kaldırmayan Hazreti Muhyiddin kınalı heybesinin üzerine oturdu. Kan yere damlamaya başladı. Üç haydut geldikleri yöne doğru hızla seğirttiler. Talebeleri elinde kırbalarla Hazreti Muhyiddin’i bulduklarında, Efendi Hazretleri sağ yanına yatmış ve elini de sağ yüzüne koymuştu bile. Üç kere Allah (cc) dedi. İnna fetahna leke fethan mübina, sure-yi celilesiyle yürüyordu artık bedeni. Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz, diyordu. Talebesinin biri tahiyyat oturuşuna geçti, onu telaşla seyrediyorlardı.
Çağların Muhyiddin’i (r.a) Rabb’ine böyle gitti.