Ankara’da bayram…
Kurban bayramı.
Bayramın kaçıncı günüydü ki?
Misafir geldi, ilk kez.
Bayramlaşmaya!…
Memleket garibisin kim gelir ki!... Biraz telaş, biraz da heyecan içinde, buyur ettik.
Malum, bayram ziyareti, üç-beş dedik, ikramlarımızı ettik.
Şuradan buradan derken, sordum…
“Nasıl, bayram size iyi geçti mi?”
Genç adam, eşine baktı, eşi ile göz göze geldiler birden.
Sonra eşi kaş-göz işareti ile “Kalkalım” dedi sanırım.
Genç adam, biraz yüzü asık, biraz da olsa sertçe bir tavırla…
“Bize müsaade” dedi…
Ben “Elbette” diyebildim…
Kapıdan yolcu ettik.
Arkalarına bile bakmadan gittiler.
Hani o kapı önü kısa sohbeti bile olamadan.
Kapıyı kapatıp evimize çekilince…
Merak içinde sordum eşime.
Kötü bir şey mi yaptık?
“Yoooo” dedi eşim, “Kötü bir şey yapmadık, yapmadık da…”
“Da”sı ne kardeşim, yaptık mı yapmadık mı?
“Ha ne bileyim ben” dedi, “Yaptık mı ki bilmeden…”
Elbette üzüldüm…
Ne yaptığımızı da anlamadım, onları kıracak…
Memleket garibi iken, gelmiş bir misafir.
Bayramda, hem de barışık olmak gereken bayramda.
Gönül yıkmamak gereken günde…
Ne yapmış olabilirim ki!...
Çözemedim…
Neyse, olur böyle bilmeden kusur etmek, ya da kusur sayamadığınız, kusur gibi gelen başkalarına.
Bir bayram daha bitti, selamlaşabildiğimiz kadar selamlaştık, her ne kadar kucaklaşamasak da.
Bu bayramdan sonraki birinci yazım oluyor.
Bundan sonra da “Taze bir” mi desek acaba?
Kırıp dökmeden.
Küstürmeden kimseyi.
Hak yemeden, yedirmeden…
Kavgasız gürültüsüz, silahların sustuğu mesela…
Çocukların güldüğü…
Ağaçların yaprakları arasında, çiçeklerin açtığı…
Meyvelerin bittiği…
Ormanların kendi doğası içinde uzayan ağaçların boylarını, koşuşan hayvanlarını seyrederek…
Umarım ve dilerim ki sizlere de bayram size de iyi geçmiştir…
Ama hala üzgünüm ben…
Kırk yılın bir başı.
Bayramlaşmaya gelen misafirimizi nasıl üzdük ki?
En son “Nasıl, bayram size iyi geçti mi?” demiştim yani…
Anlayamadım ki!...
Neyse, “…en azından ortalığı karıştırmadan kapatalım böyle…” diyorum ve kapatıyorum. Türk-İş Başkanı gibi…