Eşeğe “çüş”, öküze de “ho” demesini biliyor idik… Bilmem maksadımı anlatabildim mi?
Dönelim işin edebiyatına şimdi. Tandırın etrafında şal yorgan altına sıralanırdık: Ninemlerden kalan şal yorgan var ya/ Çek üstüme ipeklisi fasarya/ Dudağı çatlamış suya kanar ya/İşte öyle sana kanayım anam… Ama bu şal yorgan altındaki tandır sefasında geçen süreyi değerlendirmesini de bilirdik. Bizler sonuç olarak; doğum, ölüm, evlenme, sevda, savaş gibi olaylar ile ilgili inanışlar içeren tandırnâmeler okurduk/ anlatırdık birbirimize. Hatta Karacaoğlan’dan bahseder, Onun Elif’ine saygı duyardık cümleten. Kesikbaş menkıbelerini dillendirirdik çoğu zaman. Hayal de olsa bazı kereler Hazreti Ali’nin Düldül isimli atına atlar, Zülfikar’ını da kuşanarak belimize Hayber kalesindeki küffar üzerine yürürdük. Küffar elbette ki pare pare olurdu o meydanda… Bizler Manolya çiçeğinin nasıl bir naza büründüğünü de bilirdik elimizde. Birbirimize bilmeceler sorar, gözlerimize bakarak da ahvalimizi yorardık! Elimizde tandırdan biraz önce çıkmış içli keteler… Anamın on parmağında on iş… Kulağı da bizim sohbetlerimizde/tandır düşlerimizde olurdu –bu gün olduğu gibi-çoğu zaman. Songül Sümengen’e seslendiğini sizler bile duymuşsunuzdur belki de: “Gııııız Songüüüüül, hani şu mercimekli bulgur pilavı şiirin vardı ya, onu bir disen de diğnesek.” Songül biraz nazlanırdı ama yine de başlardı okumaya o uzun şiirinden birkaç bölüm. Sözün başladığı yerde bizler tandır başında sus pustan öte ne olabilirdik ki:
"Gözleri dolu; 'Ana' der usuldan
Ana gene mi mercimekli bulgur?”
Ananın gözleri yağmur bulutu.
Ana gülmeye uğraşır ağlamaklı.
Bir tahta kaşık sesi bakır sinide.
Ve çarpılan kapı…!
Çözülür Ananın gözlerindeki yağmur bulutu.
Bir avuç saman atar tandıra, bir avuçta gözyaşı.
Bir küskün çocuk yürür gider elleri cebinde
……
Bakışlarının karası karışır gecenin karasına
Bir delişmen çocuk yürür gider elleri cebinde.
Dalar gider gözleri renkli ışıklara
Bir el okşar saçlarını ince, narin
Bakar kocaman gözleri, anlamsız
Arar anasını, yağmur bulutu gözlerini,
Ağlamaklı gülüşünü,
“Neyi sevdin sen?” der anlamlı bir ses
Bakar, gölgelenir gözleri yer yer!
……
Bir ezgi olur sesi, gider ta köy gecelerine.
“Anamı sevdim, tek anamı. Bir de;
Bir de, mercimekli bulgur pilavını…””
Bazı akademisyenler; “bilgisiz insanların inandığı saçma bilgiler, hükümler toplamı” deseler de, hatta “boş ve lüzumsuz sözler” olarak değerlendirseler de şu bizim akademisyenler grubu, tandırnameler; edebiyatımızda adından çok söz ettirmeyi başarmıştır. Bazı mansıb-ı mekân sahibi olmuş meşahir-i üdebâ; küçük ve değersiz olarak görse de tandırnameleri, bu edebiyat ürünleri halk edebiyatımıza hatırı sayılır katkılar sağlamıştır. Tandırlar ve tandır başları, çeşme başları kadar aktif diyebileceğimiz sosyal mekânlardır bana göre. Dostluklarımızın, yarenliklerimizin ve sırlarımızın da mekânıdır denebilir. Tandır başında çay mı? Olmaz mı hiç:
“Çıktım tandır başına/ Demlik çıktı karşıma,
Doldur doldur ver içim/Aklım gelsin başıma..”