2005 yılında yayınlanan “Bir Gri Gökkuşağı”ndan sonra yüreğimin avuçlarına düşen 2. Hikâye kitabıdır Adnan Büyükbaş’ın SON KURŞUN isimli bu kitabı. Nurkal Kumsuz’un editörlüğünde çıkan kitabın kapak tasarımı Mustafa İbakorkmaz tarafından hazırlanmış. 96 sayfalık kitap, “Edebiyat Yolcuları” oluşumunun 1. Hikâye serisini oluşturuyor. Kasım 2007 tarihi bu sevimli çocuğun doğum tarihi olarak göze çarpıyor. Kitapta; Kalay Hızır, Sen Görmezsin, Son Kurşun, Anlat Seyit ve Nereye isimlerini taşıyan beş hikâye…
“Fırlattım baltayı deyyusun üstüne” dediği gibi yazarımızın, ben de fırlattım yüreğimi bu güzel eserin sayfaları üzerine bu gün işte. Bu konunun ne emekçisiyim ne de teknik açıdan söz sahibi. Fakat iki satır olsun yazmadan da kendimi alamadım.
Edebiyatın bir yazım türü olan hikâyenin geçmişine şöyle bir göz atarsak, onun kaynağına ta Hind coğrafyasında ulaşırız. Binbir Gece Masallarının hikâyelere kaynaklık ettiği söylenmektedir. Hikâyelerin yazılı olarak ortaya çıkışları ise çok çok sonraki dönemlere rastlar. İtalyan yazarı Baccacıo’nun Dekameron isimli eseri ise Batı Edebiyatı ufuklarından yansıyan ilk hikâye türüdür. Bu günkü teorik ve teknik yapısına uygun hikâyeler sanırım İspanyol yazar Cervantes’a ait olanlardır. Günümüzde iyi bir hikâyeci –bir romancıda olduğu gibi- gözlemlediği ya da yaşadığı veyahut da kurguladığı birkaç olayı bir konu içerisinde genişletir ve birleştirir. Bunu yaparken kendi yaşantısını şahsiyetini de bir yerde ekler. İnsanı incelemeyi konu olarak ele alan hikâye, bir olayın bir anlık kısa bir parçasıdır sanki. Bu noktada moral ve zevk unsurları birbirine sımsıkı bağlıdır. Hikâyedeki olayların büyüleyici gücü, hikâyenin kendisini gerçekleştirmesidir de bir bakıma… Burada hikâye yazarının rolü ise çeteci olmasıdır ya da çekici… O, toplumun biraz uzağında durur ama bu adsız çarpışmanın savaşçısı olarak hasmını tam oniki’den vurur..!
Hikâyelerde, bilinen coğrafya ve tanıdık yüzler ele alınmış gözüküyor. Yazar tarafından en iyi bilinen kahramanların seçimi yazarımızın işini bir hayli kolaylaştırmış… Ne yazık ki olayların geçtiği çevreye gerçek ayrıntılar yeterince katılmamış. Katılsa idi inanıyorum ki hikâyeye konu olan yerler daha canlı bir hale gelirdi okuyucu zihninde. Kipling’in “Tepelerin Basit Hikâyeleri"ndeki hikâyelerin önemli sırrı sanırım buradan geliyordu. Edgar Poe’nin hikâyeleri de bu yüzden en çok okunanlar arasında yer almaktadır.
Sayın Adnan Büyükbaş’ın “Son Kurşun” kitabındaki hikayelerin hemen hepsinde serim (giriş) bölümü yok gibidir. Çünkü olayın geçtiği yer yani dekor belli başlı nitelikleriyle bu bölümde neredeyse tanıtılmıyor. Ayrıca olayın kahramanlarını da bu bölümde hem fiziki hem ruhi yapı olarak tanımamız gerekirken tanıyamıyoruz ve bunun için daha sonraki bölümleri taramak zorunda kalıyoruz. Bu uygulamayı eksiklik olarak görmüyorum tabi ki. Bu da bir yazım tarzı olmalı ki hikâyelerin giriş bölümleri yazar tarafından özellikle bilerek ve isteyerek makaslanmış… Ayrıca Çehov’un şu sözü de yazarımızı etkilemiş olabilir; “güzel hikâye yazmak için yazdıklarınızın başını ve sonunu atınız.”
Son Kurşunda bulunan hikâyelerin Düğüm Bölümü’ne (gelişme) bakacak olursak; olayların başlayıp açılması, merakı artıracak durum alması, olayın çözümü, kişilerin diyalogları bu bölümü oluşturuyor. Hatta fazlasıyla… Bu bölümde yazarımız fiil cümleleri yanında isim cümlelerini de yeterince kullanmış ve böylece bir çeşitlilik sağlarken okuyucuya yansıyabilecek sıkıcılığı da önlemiş oluyor. Yine bu bölüm çok ustaca kullanılmış olarak göze batıyor. Öyle ki hikâyenin bu bölümünde yazarın değil kahramanların karakterleri ön planda gözüküyor. Olması gereken de budur şahsi düşünceme göre. “Hızır Gelir Sen Görmezsin”, Son Kurşun”, ve “Anlat Seyit” hikâyelerindeki uzunluk bana biraz lüzumundan öte gibi geldi nedense. Hikâyeler genel özelliği ile üç ya da beş sayfa gibi kısa olmalıdır diye düşünüyorum…
Hikâye planındaki üçüncü nokta Çözüm Bölümüdür. Bu bölüm bazen bir paragrafla bazen de bir cümleyle bitmeli ve asır üzerinde durulan fikir burada sunulmalıdır okuyucuya. Öyle de olmuş hani!.. “Kalay” hikâyesinin bu bölümüne bir göz atalım. “Sabah sen beni kalayladın, ben de karşılığında kazanını kalaylattım! Ödeştik evlat, ödeştik!.. “Hızır gelir Sen Görmezsin” hikâyesinde; “kapına gelen bir yorguna vermediğin bir sandalye Hızırın verdiği selamı almamak gibidir. Bu günün hızırını kaçırdınsa başka bir güne çevir gözlerini.”
Yazarımızın tiyatroya olan yakınlığı (yazar-oyuncu-yönetmen olarak) hikâyelerine iyice sinen birer naftalin kokusu gibidir… Başarılarının devamı dileğimle…